Edebiyatçı Alev
Alatlı, Türk milletinin zor zamanlarda kenetlendiğini söyleyerek “Milletçe
saklı bir gücümüz var gibidir, bunu 15 Temmuz’da gördük. O gece, ülke halkına
sevgim, saygım bir kere daha yenilendi” dedi. Alatlı, CHP için de şu yorumu
yaptı: “CHP sol parti değil, elitist
muhafazakar bir partidir. CHP solculuğu ise durum komedisi gibidir...”
Röportaj: Tuba Kalçık
Siz sola dair
tespitler yapan birisiniz. Türkiye'de sol düşüncenin din ile arasında hep bir
mesafesi varmış gibi toplumsal bir algı var... Ne düşünüyorsunuz?
Var tabii. Sovyetler Birliği'nde ateizmin resmi devlet dini olduğunu unutmayın. Yoksul halkların sorunlarını çözmede muhafazakârlara kıyasla çok daha iyi reçeteler önermişti. Velâkin ünlü psikiyatrist Irvin Yalom'un demesiyle, 'dinin büyüsü' diye bir kavram vardır, militanlara "Dine gerekli gereksiz bulaşmayın, haddiniz değildir" mealinde nasihat eder. Kaldı ki, solun önerdiği politikaları izlemek için ateist olmaya gerek yoktu, hele de Türkiye'de. Dini bütün insanlar, ateizm hariç sosyalist politikaları kapitalist politikalardan daha fazla yadırgayacak değillerdi. Hristiyan kökenli militanların Katolik Kilise'si ile sorunları vardı, haklı olarak tavır almışlardı. Türk solu onların koşullarını doğru çözümleyemedi. Deyiş yerindeyse; giysiye bize uyacak şekilde tadilât yapamadı, biz de almadık. "Seni aramıza alırız ama Müslüman kimliğini reddetmen lâzım" gibisinden bir önkoşul nasıl olsun.
Sol sizce hâlâ aynı nokta mı, değişmedi mi? Mesela CHP...
CHP sol bir parti değil. Tespitleri doğru yapmamız lazım. İlle de tanımlamam gerekirse, elitist muhafazakar partidir. CHP solculuğunun 'durum politikası' olduğunu düşünürüm. 'Durum komedisi' gibi yani, hadiselerin dayattığı solculuk.
16 Eylül doğum gününüz. Nasıl bir hayat geçirdiniz?
Çok fazla pişmanlığın olmadığı bir hayat geçirdim. Ciddi hatalarım olmadı. Elbette hatalar yaptım ama bunlardan da çabuk dönmeyi bildim. İnançlı bir insanım, Allah'ın beni hep koruduğunu ve kolladığını hissettim hayatım boyunca. Sağlıklı bir bedenim var. Sevmenin ötesinde saydığım, beğendiğim bir kızım var. Şanslıyım, büyük yoksulluğun ne olduğunu gördüm. İyi ki yaşamışım. Asker bir babanın kızıyım, İkinci Dünya Harbi'nin ortasında çadırda doğdum. Babamın birliği Ege'de olası bir Alman saldırısına karşı konuşlanmıştı. Annem bana hamile, İstanbul'dan toplanıp yanına geliyor. Çok çalışkan, güçlü bir annem vardı. Gündüz Merkez Bankası'nda çalışır, gece dışarıya dikiş dikerdi. Böyle bir rol modelim olduğu için şanslıyım. Çocukluğum 1950'lerde Doğu'da geçti. O zaman çok büyük yoksulluk vardı, kışın ortasında ödevlerini elektrik direğinin altında yapan arkadaşlarım vardı, evlerinde mum bile olmadığı için. O yoksul Türkiye'den bugünlere geldik, çok şükür. Hızlı bir ekonomik dönüşüm yaşadık. O kadar hızlı olması da beni korkutuyor. Talepler arttı, kıymet bilinmiyor. Zenginlik ve fakirlik hep vardı ama zenginle fakir arasındaki uçurum bu kadar derin değildi. Zenginler varlıklarını teşhir etmezlerdi. Örneğin, biz dışarıda ekmek bile yemezdik, insanların canı ister diye. Şimdi sergiliyorlar zenginliklerini. Bir de tabii koşullar da eskisi gibi değil. Türkiye'nin karnı doydu. Tokuz, çok şükür. Oysa ben eve çamaşıra gelen bir teyze hatırlarım; çocukları açlıktan ağladığında sussunlar diye dövdüğünü anlatırdı. Abartmış olduğunu düşünmek istiyorum ama gördüklerim doğruluyor. Çok şükür, bugün artık açlıktan ziyade açgözlülük var. Açlık görecelidir, mutlak açlık, alınması gereken günlük besinden mahrum olmaktır. Ben gerçek açlığın ne demek olduğunu bizzat yaşadım, gördüm. O yüzden, siyasi bir söylem olarak açlık Türkiye'nin bugünkü koşullarında inandırıcı gelmiyor. Bir de, bizler komşumuz açken tok uyuyamayan insanlarız. Bizde acından ölen kimse olmaz.
Son kitabınız 'Suç Ortağı Hollywood'dan bahseder misiniz?
Amerika'da bugün Hollywood dördüncü kuvvet konumundadır: Yasama, yürütme, yargı, medya. Sinema endüstrisi bugün Amerikan Kongresi'nden daha güçlüdür. Hollywood'u arkasına almayan bir politikacı siyasette başarılı olamaz. En son örnek, Trump... ABD'nin 'halkla ilişkiler sorumlusu'dur sinema endüstrisi. Amerikan tarihini sinema yazar. Dostunu düşmanını sinema belirler. İç ve dış politikasını yönlendirir. Siyasi kurumlarını, toplumsal örgütlerini, hatta dini inançlarını şekillendirir. Meselâ Hazreti İsa, esmer bir Filistinli delikanlıyken, sarardıkça sararmış, Hollywood sayesinde sarışın mavi gözlü bir jön olmuştur. Sağ yanağı tokatlandığında sol yanağını döndüren, fevkalede insancıl, sakin bir adamdı ya; Hazreti İsa'nın kişiliği bile yeniden formlandı, vurdu mu oturtan, güçlü kuvvetli 'fit' ve ilâhi bir imaj yaratıldı. Uzayın derinliklerinden nevhuzur Superman'ler, Batman'ler, Terminatörler, Robocoplar vs. Amerikan sinemasının önceliği kendi kamuoyudur. Ülkede 16 milyon çocuğun açlık sınırı altında yaşadığını, evsizlerin sayılarının milyonlarla ifade edilebildiği, gelir dağılımı bozukluğunda ABD'nin dünya ikincisi olduğunu kendi kamuoyundan saklar, kendilerini ve dünya halklarını refah, demokrasi, adalet, eşitlik, özgürlük gibi olmadık bir hayal aleminde yaşatırlar. Eski başkan Theodore Roosevelt, sinemanın propaganda kapasitesini idrak eden adamdır. Küba'dan başlamak üzere, Amerikan kamuoyunu emperyalist savaşlara hazırlayan Roosevelt'dir. Hollywood'un işbirliği onun zamanında başlamıştır. O gün bugün, Amerikan askeri tarihi bile Hollywood filmlerinden sorulur. Öyle ki, mesela, halkın Vietnam savaşını Amerikalıların kazandığı sandıklarını gösteren araştırmalar vardır. Bütün bundan bizim etkilenmememiz mümkün değildir. Ancak, her şeye rağmen bizim gerçekçi yanımız ağır basar. İçimize sinmeyeni iteleyen, uzak duran bir halimiz vardır. Bu da bizi daha korunaklı hale getiriyor. Ben anomaliye şerbetli olduğumuzu düşünürüm. Sanki içimizden bir ses "O kadar da değil" der ve biz birbirimizle kavga etmeyi bırakır, dayanışmaya geçeriz. Milletçe saklı bir gücümüz var gibidir ki bunu 15 Temmuz'da gördük. Benim mahallemde sela, Cumhurbaşkanı televizyona çıkmadan asgari 1,5-2 saat önce başladı. Mahalleli sokağa çağırıldı, millet davete icabet etti. İtiraf etmeliyim, bu ülke halkına sevgimin, saygımın bir kere daha yenilendiği andı.
15 Temmuz'a tiyatro diyenler de oldu...
Yakışıksız
bile değil, aşağılık bir söylemdi.
Mülteci konusu Afgan sığınmacılar sonrası tekrar gündeme geldi...
Komşunuz açken tok uyuyabilir misiniz? Uyuyabiliyorsanız mesele yok. Uyuyamıyorsanız, aç, hasta insanlar kapınıza gelmişlerse, almamazlık yapamazsınız. Bakmayın siz ülkeye alındılar diye 'kızanlar' da iş başa düştüğünde insanları ortada bırakmazlar. Mesele muhalefet olsun. Yalnız şunu söylemeliyim. Göç hadisesini ağzımıza yüzümüze bulaştırmadan çok dikkatli yönetmek zorundayız. Meşhur sözdür, hayrı uzatma şerre dönüşür. Şikayetler artar, düşmanlıklar oluşur filan. İşin başından misafirlik koşullarını, süreci, aldı-verdiyi kağıda dökmek lazım ki sonradan kimse küsmesin, mızıkçılık da etmesin.
Pandemi süreci sizi nasıl etkiledi?
Çok dışarı çıkmadığım için evde vakit geçiriyorum. Pandemi sürecinde de evdeydim. Dolaşmayı seven biri değilim, zaman ziyanı gibi gelir. Zaman kavramı benim için önemli. Bir şeyi yaparken neyi kaçırıyorum diye düşünerek yaşadığım için vaktimi en doğru şekilde kullanmaya çalışıyorum. Saniyeler bile kıymetli. Değerini bilerek yaşamalıyız.
“GUDUBET OTOMOBİL NE KADAR SATARSA, GUDUBET FİLM DE O KADAR İZLENİR!”
"Sinema özde teknolojiyle paralel olarak ilerleyen bir endüstridir: 'Cinema Endustry.' Edison'un Kinetograf denilen sinema kamerasının patentini aldığı 1890'lardan itibaren sanatsal başarının teknolojiye tabi olduğu bir endüstri statüsündedir. Nihai ürünün sanat boyutu ikinci-üçüncü plandadır. Ya da şöyle söyleyeyim: Otomotiv endüstrisinin ürünlerinde 'sanat'tan ne kadar bahsedilebilirse, sinemada da 'sanat'tan o kadar bahsedilebilir. Estetik boyutu olmayan gudubet bir otomobil ne kadar satarsa, gudubet bir film de o kadar seyredilecektir."